Bir 26 Ekim'in ardından... (27 Ekim'de yayınlanan yazı) Yazdır E-posta
Teveccühlerinize teşekkürler efendim

UNUTMAYALIM Kİ, UNUTULMAYALIM.
Unutmazsak unutmazlar, hatırlarsak hatırlarlar inşallah.

Bir âlimin ölümü alemin ölümü gibidir... 

6 sene evvel 26 Ekim'de, üzerimizde en büyük hakkı olan muhterem ve mübarek hocamız vefat etmişti. Altı yıl geçti unutulmadı, unutulmayacak ve unutulmamalı da...

Cennet bahçesi olan kabirleri, âşıkları-sevenleri tarafından ziyaret edildi, sevenleri getirdikleri manevi hediyelerini arzettiler. Maşallah, Huzur Pınarı ailesinden de, okuduklarını, dua ettiklerini, muhabbetlerini bildirenler o kadar çoktu ki, inanılır gibi değil. Ne diyelim, maşallah. Bunları okuyunca sevinçten gözlerimiz yaşardı, bir gülistanda meşruh çiçekleri koklayıp sevince gark olan biçareler gibi olduk. Hepinize ayrı ayrı teşekkürlerimizi arz ederiz efendim. Bunun için, sizlerden gelen yoğun istek üzerine muhterem hocamızı anmak, hatırlamak, hatırlatmak için, bir müddet Huzur Pınarında kendilerinden, hayatlarından bahsetmeye çalışacağız inşallah. (Gerçi hayatlarını anlatmak mümkün değildir. Ancak eşsiz hazîne olan eserleri okunursa daha iyi tanımak nasîb olabilir.) Zaten bizim yapmaya çalıştığımız anlatmak-övmek değil, belki birkaç söz ile Işığı-güneşi tarif etmektir. Güzeller güzelini, gönüller kıblesini göremeyenlere, böyle bir pınar vardı diyebilmektir, ki belki kabını pınara koyabilenler bulunur. O büyükleri meth etmek için diller kafi değildir, aşk ateşi gönül işidir, biz anlayamasak da belki anlayanlar olabilir.

İnşallah biz de vefat edip oraya gittiğimiz zaman bize bir hoş geldin deseler yeter. Çünkü gurbette bile bir kimsenin hoş geldin demesi çok mühim, o zevki anlatmak mümkün değil, çünkü lisan, adres, yer bilmiyoruz. Hele hele ahiret yolculuğunda. Allah şefaatlerine nail etsin inşallah. Allahü tealanın sevdiği birinin sahip çıkması... Bu zevk tarif edilemez. Işık olmazsa göz görür mü? Karanlık ve tehlikeli tuzaklarla dolu olan ahiret yolculuğunda bu tuzakları bilen bir mübarek zât elimizden tutmazsa, bir ışık olmazsa bu meşakkatli, karanlık, tehlikelerle dolu olan yolculukta yürümek mümkün mü? Allahü teala kime Işık nasib ederse çok şükretmesi lazımdır, ki bu çok büyük bir şanstır.

İlim için Hazret-i Ali kerremallahü vecheh buyuruyorlar ki; bana dinimize ait, bir harf, kelime, bir mesele öğretenin kölesi olurum. Bu kadar büyük bir hak var. Dolayısıyla hocanın hakkı anne-baba hakkından önde olmasının sebebi budur. Evet, ilk mürşidi anne babadır. Kelime-i şehadet, ezan, kâmet okur ama ondan sonraki hayatında eğer o bir mürşid-i kâmil'e, bir ehl-i sünnet aliminin eline düşmezse Allah korusun çok zor olur. Çünkü Allahü teala Kur'an-ı kerimde mealen buyuruyor ki; "Ey iman edenler, Allaha ve peygamberine iman edin". Hem iman edenlere hitap ediyor, hem de Allaha ve peygamberine iman edin diyor. Bu, anne ve babanızdan aldığınız dini terbiye, bilgi, size yetmez, ondan sonra bir hocanın önünde veyahut da eserleriyle tekrar dininizi ve imanınızı güçlendirin, öğrenin demektir.

Buyurdular ki, kişi sevdiğiyle beraberdir diye çok müjdeler var. İnşallah dünyada beraber olduğumuz gibi cennettede hep beraber oluruz.

İnsanın şerefi, üstünlüğü, meziyeti, kıymeti, ilim sahibi ve edebli olmasıdır. Çok zengin, çok etiket sahibi olması, çok meşhur olması veyahut da filancanın oğlu olması değildir. Allah indinde insanın kıymeti, ilim sahibi olması ve edeb sahibi olmasıdır. Edeb haddini, sınırını bilmektir. İş yerinde, evlilikte, cemiyette, her yerde herkesin bir sınırı vardır. O sınır içerisinde kalmak kaydıyla dünya cennet olur. Bütün sıkıntılar, üzüntüler, kavgalar, hep sınır tecavüzünden olmaktadır. İşte bu sınır, ilimdir. Dinini öğrenmeyen ne sınır, ne sınırsızlık tanır. Önce iman ondan sonra ilim. Çünkü bütün ibadetler ilme bağlıdır. Kitap okumak, dinini öğrenmek şarttır. Ve Cenab-ı peygamber aleyhisselatü vesselam bir hadis-i şerifte buyuruyorlar ki; ilmin rütbesi, derecesi, bütün rütbelerin en yücesidir. Bir hadis-i şerifte cenab-ı peygamber aleyhisselatü vesselam buyuruyorlar ki; bir âlimin ölümü alemin ölümü gibidir. Yani bir âlim vefat ederse bütün alem, bütün insanlar ölmüş gibi olur. İşte beş sene evvel böyle bir âlimi kaybettik. Allah rahmet eylesin.

Ehl-i sünnet itikadını anlatan kitapları yaymak, anlatmak için gidenlerin ayaklarının altına melekler kanatlarını döşerler.

Peygamberimiz sallallahü aleyhi vesellem buyuruyorlar ki; bir talebe dinine ait bir mesele öğrenmek için evinden çıksa, hocasının evine kadar yürüse, bu şerefli kul benim üzerime bassın diye, melekler kanatlarını bunun ayaklarının altına döşer. Havadaki bütün kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, denizdeki bütün balıklar bu kul için istiğfar ederler, bunu affet diye dua ederler. Bu, öğrenmek için gidene verilen ecirdir. Ya öğretmek için giderse... Bir kişiye bir kitap vermek için yola çıkanın yol boyunca alacağı ecir ve sevap, öğrenmek için gidenden daha fazladır. Gerek bizzat giderek, gitmese de sebeb olarak, her ne şekilde olursa olsun iştirak eden bu sevaba kavuşur. Sadaka için verilen para, Allah yolunda gazâ için verilen paranın kıymeti yanında hiç kalır. Gazâ için harcanan para ise, emr-i maruf için harcanan para yanında hiç kalır. Birine, Ehl-i sünnet itikadını anlatan bir kitap vermek veya anlatmak, yazmak, emr-i maruftur.

Eğer bir yerde Allah'ın dinine hizmet varsa her müslümanın üzerine şu üç unsurdan birini yapmak farzdır. Yani Allahın emri. Eğer bu üçünden de değilse hiç yaşamasın daha iyi. Çünkü öbür tarafta çok acı azap çekecektir. Eğer ecdadımız, bizden öncekiler, bu üç şartı veyahut da birisini yerine getirmeselerdi bu gün biz belki bir hıristiyan, yahudi çocuğu idik, belki dinsizdik. Çünkü İslamiyet bize bir emekle gelmiştir. Farzın birincisi fiilen iştiraktir. Bizzat… Nitekim eshab-ı kiram taa Mekke-i mükerremeden, Medine-i münevvereden istanbula kadar herhalde toprak, ganimet sahibi olmak için değil, ila-i kelimetullah için geldiler, Allahın dinini kullarına anlatmak için geldiler. Vehahut da Osmanlılar viyana kapılarına kadar mal mülk davası için gitmediler. İbn-i Abidinde buyuruyor; her padişahın yılda iki defa emr-i maruf için, islamiyetin tebliği için saraydan çıkıp cihat etmesi farzdır. Nitekim Osmanlılar at üzerinde ömürlerini tükettiler. Birincisi fiilen, bedenen. Buna imkanı yoksa, mâlen desteklemesi lazım. Nihayetinde bir ilmihal on lira ise alır verir, veremezse veren birine verir. Demek ki ya fiilen iştirak edecek, ayakları yorulacak, biraz hakarete uğrayacaktır veya destek verecektir. Bu da mümkün değilse üçüncüsü de elini açıp yalvararak dua edecektir. Ben iştirak edemiyorum, ben acizim, hastayım, sıkıntım çok ama şu insanlara yardım eyle, onları her türlü kötülükten muhafaza eyle, işlerini rast getir, çocukları kurtulsunlar, dinsiz imansız yetişmesinler diye dua etse gene farzı yerine getirmiş olur. Aksi halde çok tehlikeli. Çünki bir hadis-i şerif daha var. Bir mü'min sabah kalktığı zaman ya alim olarak kalkmalıdır, yani o gün bir şey öğretmelidir. Ya talebe olarak kalkmalıdır, yani gidip bir şey öğrenmelidir. Veyahut da dinleyici olarak kalkmalıdır, bir camiye, hocaya gider bir şey istifade eder, eğer bu da olmazsa muhabbetle kalkmalıdır, yani bunları yapamadığı için üzüldüğünden bu üç hale birden sevgi besler. Allahım bana da nasib et der. Ama bir beşincisi olamaz.

Şu halde, dünyaya gelmek, müslüman olmak bir sorumluluk, bir mesuliyet getiriyor. Bu mesuliyeti hiç kimse üzerinden atamaz, bunu yok sayamaz, çünkü hepimiz artık elhamdülillah tam iman ettik ki; hesap var, sevap var, azab var ama mutlaka ahirette bir terazi var ve oraya ameller konulacak ve tartılacak. Onun için bir mübarek zat buyuruyor ki; Allahü teala kullarına üç şey vermiştir. Bunların ikisi dünyada kalır, biri ahirettedir. Bir; topraktan geldik, toprak olacağız. Yani bedenimiz çürümeye mahkum. Mü'minin ikinci varlığı ruhudur, ruh alem-i emirden gelmiştir, insan vefat ederken ruhu kendi makamına gider, o da senden ayrılır. Kabir içerisinde, sana sadece amellerin, iyiliklerin veya kötülüklerin kalır. Bunlar öbür tarafa gidecektir.

Efendim kötülükler deyince insanın içi titriyor, keşke hiç söylemesek ama söyleniyor, var çünkü. Allahü tela çok şefkatli, çok merhametli, çok affedici olduğu için bu yapılan hataların temizlenmesi için beş vakit namazı emretmiştir. Namazlar arasındaki hatalar silinsin diye. Yetmedi, Cuma gününü yaratmıştır. Allahü teala bu mübarek gecelerde, saatlerde yapılan duaları kabul ediyor, bir haftalık hatalarını günahlarını siliyor. Cuma günü ve gecesi ve Ramazan-ı şerifin otuz gün ve gecesi kafirlerde dahil hiç kimseye azap yoktur, bu gecenin şerefi ve büyüklüğü bakımından! Bu da yetmedi, Allahü teala mübarek geceleri yarattı, Ramazan-ı şerifde imanı olan ve oruç tutan mü'min mutlaka temizleniyor. Peki ondan sonra, kirli havaya, kirli etrafa bağlı olarak, elinde olmayarak yine kirlenmeye başlıyor. İnsan büyüklerin sohbetinde kendinden geçiyor, fakat evden çıktıktan sonra veya birkaç saat, birkaç gün sonra o hava gidiyor, eskisi gibi oluyor. Bu hava devam edemez mi acaba; eğer hava kirlenirse bundan kim rahatsız olmaz ki. Şimdi hava çok kirli. Dolayısıyla ne kadar temiz olursa olsun sokağa çıktığı zaman bu kirli havayı tenefüs ettiği için kalpler kararır. Çünkü havanın kirliliği, haram ve helallerin karışmasından oluşmuştur. Eskiden haramlar, helaller ayrı idi, şimdi oldu karmakarışık. Onun için Abdulhakim Arvasi hazretleri otuz sene ben sadece imanı anlattım, insanlar imanla ölsünler diye uğraştım buyurdu. Bu zamanda imanla ölen pehlivan diye gösterilecektir. Biz imanla gitmeye bakalım buyurdular. Ahirete kim imanla giderse, diyeceklerki; bir pehlivan geldi... Neden? Çünki imanını kurtardı da geldi.

İmanı kurtarmak için formül; imanlılarla beraber olmakdır. Çünkü üzüm üzüme baka baka kararır derler ya; imanlı insan mis gibi kokan ıtriyat tüccarına benzer mutlaka güzel kokular gelir. İman bir nurdur, ışıktır. Allahü teala o nuru arttırsın inşallah. Aynı, karanlık gecede, yıldızlar göründüğü gibi karanlık dünyada imanlılarda yıldızlar gibi pırıl pırıl parlar. Bu yıldızlar, nasıl gökyüzüne dağılmış bir halde ise, imanlı insanlarda yeryüzünde bu şekilde gözükürler, biz yıldızları seyrettiğimiz gibi melekler de şimdi dünyayı seyrederler. Ne bahtiyar kullar bir araya gelmişler, Allahtan peygamberden bahsediyorlar diye gıpta ederler. Çünki bir hadis-i şerif var. Cenab-ı peygamber aleyhisselatü vesselam buyuruyorlar ki; üç beş kişi bir araya geldiğinde Allahtan ve peygamberden bahsetmezse Allah oraya lanet etsin buyuruyor.

Velhasıl, biz dünyada iken onlara sahip çıkarsak onlar da bize ahirette sahip çıkarlar.

Unutmazsak unutmazlar, hatırlarsak hatırlarlar. UNUTMAYALIM Kİ, UNUTULMAYALIM.

Allaha emanet olun efendim, müstecab dualarınızı istirham ederiz.

Ali Zeki Osmanağaoğlu
 
< Önceki   Sonraki >