Ebû Bekr-i Sıddîk ''radıyallahü anh'' 5 Yazdır E-posta
(İrşâd-üs-sıddîk) kitâbının sâhibi zikr etmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Ebû Bekrin îmânı diğer mü’minlerin îmânı ile ölçülse, Ebû Bekrin îmânı ağır gelir.) Bir rivâyetde buyurmuşdur ki, (Rü’yâmda gördüm ki, kıyâmet kopmuş. Mahşerde terâzî kurulmuş. Bütün mü’minlerin îmânı tartıldı. Ebû Bekrin îmânı cümle ümmetin îmânından ağır geldi.)
 
Yine aynı kitâbda, ya’nî (İrşâd-üs-sıddîk) kitâbında bildirilmişdir. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder: Birgün gördüm ki Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” ile müsâfehâ edip, buyurdu ki, müjdeler olsun sana yâ Ebâ Bekr. Hak Sübhânehü ve teâlâ, bütün mahlûklara, umûmî olarak, tecellî eder. Ammâ, sana husûsî olarak tecellî eder. Nakl edilmişdir ki, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet etmişdir: Câhiliyye zamânında bir gün, bir büyük ağacın altında otururken, bir dal başıma eğildi. Bir ses geldi ki, yakın zamânda, Kâ’be-i şerîfede, Benî Hâşîmden, Abdülmuttalib oğullarından Muhammed adlı bir Peygamber zuhûr etse gerek. Böyle büyük ve şanlı Peygamber dahâ gelmemişdir ve de gelmiyecekdir. Hâtem-ül-enbiyâdır. Sen herkesden evvel Onun dînine gireceksin. Ona senden yakın kimse olmıyacakdır. Ben de ağaca dedim ki, o Peygamber meydâna çıkdığı vakt bana haber ver. O ağaç ile anlaşdık. Ne zamân ki Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine Peygamber olduğu bildirildi, o ağaçdan ses geldi ki, ey Ebû Kuhâfe oğlu. Müjdeler olsun sana, o Peygamber zuhûr etdi. O vakt, hâzır ol, gayret eyle ki, onunla karşılaşıp dînine giresin ki, senden evvel onun dînine kimse girmez. Sabâhleyin sevinç ile kalkıp, Fahr-i âlem hazretlerinin basdığı toprağa yüz sürmek niyyeti ile giderken, Sultân-ı Enbiyâya rastgeldim. Bundan sonrası anlatılmış idi.
 
Birgün Server-i Enbiyâ “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mescidde oturmuş idi. Cebrâîl aleyhisselâm geldi. Sultân-ı Enbiyâ, hazret-i Cebrâîl ile söyleşirdi. Eshâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kâinâtı meşgûl görüp, bildiler ki, hazret-i Cebrâîl ile söyleşir. Sükût edip, oturdular. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girip, selâm verip, yerine oturdu. Hazret-i Osmân “radıyallahü teâlâ anh” gelip, selâm verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” gelip selâm verdikde, hazret-i Cebrâîl aleyhisselâm ayak üzerine kalkdı. Sultân-ı Enbiyâ hazretleri de ayak üzerine kalkdı. Eshâb-ı kirâm, Server-i kâinâtı ayak üzere kalkdığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret etdiler. Zîrâ Fahr-i âlem, Eshâb-ı güzînden kimseye ayak üzerine kalkmamışdır. Sonra bu husûsu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular. Buyurdular ki: Ebû Bekr-i Sıddîk mescide girip, selâm verdiği zemân, Cebrâîl aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddîka ta’zîm için ayak üzerine kalkdı. Ben de ayak üzerine kalkdım. Sonra, yâ kardeşim Cebrâîl, Ebû Bekre ne için ta’zîm etdiniz, diye sordum. Dedi ki: Yâ Resûlallah! Ebû Bekre ta’zîm bana vâcibdir. Zîrâ Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum, neden dolayı hocandır. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Hak Sübhânehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselâtü vesselâmı yaratdığı zamân, meleklere, hazret-i Âdeme secde ediniz, diye emr etdi. Benim hâtırıma bu geldi ki, secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zîrâ ki, o balçıkdan yaratılmışdır, dedim. Bunun üzerine olmağa niyyet eyledim. O zamân ki, Ebû Bekrin rûhu arş altında nûrdan bir kubbe [köşk] içinde idi. Nasıl ki, köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin rûhu çıkdı. Bana dedi ki, yâ Cebrâîl secde eyle. Sakın muhâlefet etme. Bunu üç kerre tekrârladı. Arkama üç kerre eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enâniyyet ve inâd gitdi. Âdeme secde eyledim. Benden kibr ve enâniyyet, iblîse intikâl edip, Âdeme secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel’ûn oldu ve ben de ebedî se’âdete kavuşdum. Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Ebû Bekr bu şeklde bana hoca olmuşdur, dedi.
 
Birgün, hazret-i Fahr-i kâinâtın huzûr-u şerîflerinde, Cebrâîl aleyhisselâm bir tarafda oturur idi. Hazret-i Sultân-ı Enbiyâya, Cebrâîl aleyhisselâm geldiği zemân eshâb-ı güzînin hepsi “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ayak üzere dururlar idi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr oturur idi. Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” istigrakda iken [ma’nevî dalmış hâlde iken] hazret-i Cebrâîl ile, hazret-i Ebû Bekr işâretleşip, birbirlerine bakışıp, tebessüm etdiler. Fahr-i âlem hazretleri, hazret-i Cebrâîlin hazret-i Ebû Bekr ile işâretleşdiğini görüp, hazret-i Cebrâîle dedi ki: yâ kardeşim Cebrâîl. Ebû Bekr ile olan mu’âmelenize sebeb nedir. Hazret-i Cebrâîl dedi ki: yâ Resûlallah! Birşey yokdur. Fahr-i âlem hazretleri tekrâr sordular. Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ, yeri ve göğü, arşı, kürsî, Cennet ve Cehennemi yaratmazdan evvel, Cebrâîl nâmında yetmişbin melek yaratmış idi. Allahü teâlâ bunlara süâl ederdi ki, siz kimsiniz? Ben kimim? Bunlar cevâb vermemekle cümlesini helâk etdi. Sonra beni yaratıp, bana da süâl edince, ben de cevâb vermeyip, ben kulunu helâk etmek üzere iken, hazret-i Ebû Bekrin rûhu yanıma gelip, sen Hâlıksın, ben senin bir za’îf mahlûkunum, diye cevâb vermem için bana ta’lîm eyledi. Yâ Resûlallah! O Allah hakkı için ki, Ondan gayri Allah yokdur. Ben hazret-i Ebû Bekrin azâdlısıyım, dedi.

 
< Önceki   Sonraki >